Sanat Eksikliği ve Mimari
Nedir eksiğimiz? Neden sanatı
sevmek, eserlerin hayatımıza getirebileceği müspet etkileri görmek bile
istemez, genel olarak sadece kulağa hoş gelen müziği dinlemekten ibaret şekilde
sanat anlayışımızı kadrajlarız? Müzik dışındaki sanat dallarından bihaber
oluşumuz, haberdar olsak da onları genellikle anlamıyor oluşumuzun sebebi ne
olabilir?
Antik çağda sanat sayılan, en yüce uğraşlardan
biri olan felsefeye bu gün “felsefe yapma bana!”, ardından gelen dönemlerde düz
yazının kullanılır olması ile milyonlarca insana akıl fikir aşılamayı bunun
yanında da estetik duygularını okşamayı başaran edebiyata ise “edebiyat
parçalama!” der olduk?
Başta eğitim politikaları olmak
üzere şüphesiz birçok sebep sayabiliriz güzel ülkemiz için. Konuyu mimari ile
daraltıp sebepleri saymaya çalışırken, bir yandan da bunların yokluğunda
nelerden mahrum kaldığımızı hatırlatmaya çalışacağım.
Giriş için mimarlığı ele almakta
fayda görüyorum. Sanıyorum insanlardaki estetik duygusunu en hızlı ve sürekli
uyaran sanat dallarından biridir. Sürekli dememin sebebi ise, mimarinin
hayatımızın büyük kısmının geçtiği kamuya açık alanların görüş sınırlarını
belirlemesidir. Yürürken gözlerimiz ne kadar açık olmak zorundaysa o kadar çok
görürüz onları. Veya evimizin balkonundan dışarı baktığımızda gördüğümüz şey
genellikle budur. Sanıyorum hiç birimiz evimizin camından dışarı bakarken
zevksiz şekilde ortaya çıkartılmış evlerin yan yana dizildiği bir betonarme
manzaraya bakmayı tercih etmeyiz…
İstanbul’u düşünelim. Şehir
planlamasının oldukça başarısız, mimari eserlerin ise bu planlama üzerine inşa
edilmeye çalışıldığı bir şehir. Yoruma açık olabilir, fakat çoğu insanın
söylediği gibi büyük bir kısmı zevksizlik abidesi haline getirilmiş bir şehir.
Peki ya bu şehir Roma gibi olsaydı? Roma’nın güzel taraflarını övmek üzere bu
onu uzun uzun anlatmayacağım. Sadece şunu göstermeye çalışacağım; Roma’nın
sokaklarında, onun meydanlarında yaşayan insanların sanat niteliği taşıyan
plastik eserlere gözlerinin doyması, zaman zaman onların estetik değerleri
üzerine atalarının yaptığı gibi tartışmaları halktaki pasif gelişen sanat
zevkini nasıl da bizden farklı bir noktaya taşır…
İyi planlanmış bu şehrin koca koca
meydanlarının ve sayısız muhteşem heykeller ile donatıldığını hatırlayın.
Halkın sanat zevkinin fazla çaba harcamadan, doğrudan ne seviyeye geleceği aşikârdır.
Yukarda söz ettiğim gibi bunların üzerine konuşmaları ise en başta estetik ve
sanat tarihi bilgileri konusunda zevkle yapılmış bir bilgi alışverişi
getirecektir. Oysa biz bu sanat konuşmalarını henüz okullarımızda bile başarı
ile gerçekleştiremiyoruz.
Bize
dönelim. Genel olarak sanatı, bazı dallardan bir araya getirilmiş bir harç gibi
düşünürsek, Cumhuriyetten beri, sanat harcının içinde 1 malzeme eksiktir. Bu,
dünya genelinde kullanılan sanat harcının sağlamlığı ile kıyaslanırsa dramatik
bir fark sayılabilir. Sanat strüktürümüz pek de sağlam sayılmayacak bir harç
ile mi desteklendi o zaman? Buna doğrudan cevap vermeyeceğim.
Doğrudan
yanıtlamayı tercih etmediğim cevaptan daha önemlisi harçtaki eksik olan
malzeme. Bu, Antik Mısırdan bu yana gelişerek yükselen heykel sanatıdır.
Plastik sanatlardaki temel taşlardan biri sayılabilecek heykel, son 70-80
yıldır etkili sayılabilecek şekilde hayatımızda. Oysa sanat konusunda yolunu
almış ülkelerde binlerce yıldır bunun üzerine geniş şekilde çalışmış. Bu
çalışma anatomi bilgisinden, denge anlayışına oradan da estetik kuramlarına
kadar plastik sanatların geneline yön vererek mimarinin ve şehir planlamasının önemli
bir parçası haline gelmiştir. Sadece son cümle bile kültür sanat tarihinde ne
kadar büyük bir gelişme ve mikro-sosyal hayat mercek altına tutulduğunda büyük
önem taşır. Ne var ki bu bizi farklı bir limana götürür, bu yüzden, şimdilik heykel
konusunu daha fazla genişletmek istemiyorum.
Ümitsizliğe
mi kapılmalı emin değilim. Bir şey daha eklemek istiyorum. Sanatın beslendiği
en önemli nokta; başöğretmeninin doğa olduğunu savunan çok sanatçı vardır. Peki,
sanat yapmaya çalışan çağdaşlarımız doğayı ne kadar deneyimleyebiliyor? Lübnan
sedirlerinden daha uzun, zevksizlik abidemizin baş tacı olan betonarme
binaların varlığında gökyüzünü bile görmek zorken demin kabul gördüğünü
söylediğim öğretmenin bu şehirde pek yaşayacak yeri yok, ne yeşil ne de mavi;
genellikle çarpık gri rengin hâkimiyetinde başöğretmen. Daha da kötüsü sanatın
beslendiği can damarlarından bir diğeri de sanat. Yani, “sanat sanattan
beslenir” durumu. Bu şartlar altında ne kadar sanat eseri çıkartabiliyoruz ki
gelecek nesil sanatçılar için ümitli bir duruşumuz olsun? Plastik sanatların
diğer dallarında olduğu gibi Batı sempatisi altında 50-60 sene geriden takibe
devam etmek üzücü şekilde plastik sanatların müstakbel mevcudiyetinin en
garanti ve sevilecek yolu. Belki de geçmişte Ar dergisinin ecnebi sanatçılara
karşı olan coşkulu inkârı ile hayalperest bir ümit beslemeli…
Şu ana kadar halkı en basit yoldan
en sık ve en başarılı şekilde etkileyebilecek sanat dalı olan mimarlığın
etkisinden söz etmeye çalıştım. Bunun düzgün çalıştığı yer olarak da kısaca
Roma’yı örnek olarak göstermeyi denedim. Halkın görsel zevki güçlü hale gelmiş
ve sanattan anlar insanlardan oluşması ne işimize yarar peki?
Şöyle düşünüyorum, birçok güzel
şarkı dinlemiş insan grubu düşünelim. Kendi aralarındaki sohbetlerde dinlemiş
oldukları müzisyenler hakkında yaptıkları tartışmalarda ya da bilgi paylaşımlarında,
kendilerini daha iyi ifade edebilmek, zevklerini daha çevreli tanıtabilmek için
mukayese yapmayı öğreneceklerdir. Mukayese ise sorgulamayı getirecek otomatik
olarak. Bir beste neden diğerine göre daha kuvvetli ya da hangi açıdan daha
vurucu. Aklımıza birçok mukayese sorusu getirebiliriz bu konuda.
Bunu daha iyi ifade edebilmek için
çok sevdiğimiz, militanı haline geldiğimiz futbola bakmak belki daha yararlı
olur. İyi bir maç yorumcusu olmak için çok maç seyredip bu işin tarihini ve
güncelini iyi kötü bilmek zorunda oluruz. Bilmek… Tarihini sanat ile
kıyaslanınca pek geriye gitmeyen futbolu bile araştırmak durumunda kalıyorken
sanat araştırması bize, bilim, felsefe, sosyoloji, dinler tarihi ve birçok
sosyal ve sayısal konunun kapılarını aralayacak otomatik olarak. Hem de bunları
en az futboldan aldığımız haz kadar; zamanla, ihtiyaç duyulacak, olmazsa olmaz
bir haz alma kaynağı vasfıyla yapacak. Bu araştırmalar ise yanında bilgiyi ve
diyalektiği getirecektir; bu gün az bulunan şeylerden olan.
Yazıya başlarken “Nedir eksiğimiz?”
diye sormuştum. Sadece 1 eksikten söz etmeye çalıştım. Bunun yanına plastik ve
sahne sanatlarının diğerlerini ekleyecek olursak ortaya vahim bir tablo
çıkacaktır. Bu tabloyu yakın bir zamanda anlatarak çizme niyetindeyim.
Evden işe gitmenin bile ömür törpüsü
olduğu “güzel” İstanbul’umuzda, zevkle galeri ve müze gezmek, hafta içleri
işten sonra sinemaya ya da tiyatroya gitmek… Bunlar otuz sene öncesinin
İstanbulluları için biraz daha muhtemel, fakat şimdinin İstanbulluları için
sadece küçük ve kemikleşmiş bir zümreye ait zevkler… Yokluğunda ziyan olunmuş
kültür sanat etkinliklerinin halk üzerindeki müspet etkisi ve yokluğunun nedeni
ise geleceğin sosyolog ve antropologları için bir çeşit kültürel kıyamet olarak
adlandırılabilir.
25.03.14