26 Ekim 2014 Pazar

Sanat Eksikliği ve Mimari

            Nedir eksiğimiz? Neden sanatı sevmek, eserlerin hayatımıza getirebileceği müspet etkileri görmek bile istemez, genel olarak sadece kulağa hoş gelen müziği dinlemekten ibaret şekilde sanat anlayışımızı kadrajlarız? Müzik dışındaki sanat dallarından bihaber oluşumuz, haberdar olsak da onları genellikle anlamıyor oluşumuzun sebebi ne olabilir?
            Antik çağda sanat sayılan, en yüce uğraşlardan biri olan felsefeye bu gün “felsefe yapma bana!”, ardından gelen dönemlerde düz yazının kullanılır olması ile milyonlarca insana akıl fikir aşılamayı bunun yanında da estetik duygularını okşamayı başaran edebiyata ise “edebiyat parçalama!” der olduk?
            Başta eğitim politikaları olmak üzere şüphesiz birçok sebep sayabiliriz güzel ülkemiz için. Konuyu mimari ile daraltıp sebepleri saymaya çalışırken, bir yandan da bunların yokluğunda nelerden mahrum kaldığımızı hatırlatmaya çalışacağım.
            Giriş için mimarlığı ele almakta fayda görüyorum. Sanıyorum insanlardaki estetik duygusunu en hızlı ve sürekli uyaran sanat dallarından biridir. Sürekli dememin sebebi ise, mimarinin hayatımızın büyük kısmının geçtiği kamuya açık alanların görüş sınırlarını belirlemesidir. Yürürken gözlerimiz ne kadar açık olmak zorundaysa o kadar çok görürüz onları. Veya evimizin balkonundan dışarı baktığımızda gördüğümüz şey genellikle budur. Sanıyorum hiç birimiz evimizin camından dışarı bakarken zevksiz şekilde ortaya çıkartılmış evlerin yan yana dizildiği bir betonarme manzaraya bakmayı tercih etmeyiz…
            İstanbul’u düşünelim. Şehir planlamasının oldukça başarısız, mimari eserlerin ise bu planlama üzerine inşa edilmeye çalışıldığı bir şehir. Yoruma açık olabilir, fakat çoğu insanın söylediği gibi büyük bir kısmı zevksizlik abidesi haline getirilmiş bir şehir. Peki ya bu şehir Roma gibi olsaydı? Roma’nın güzel taraflarını övmek üzere bu onu uzun uzun anlatmayacağım. Sadece şunu göstermeye çalışacağım; Roma’nın sokaklarında, onun meydanlarında yaşayan insanların sanat niteliği taşıyan plastik eserlere gözlerinin doyması, zaman zaman onların estetik değerleri üzerine atalarının yaptığı gibi tartışmaları halktaki pasif gelişen sanat zevkini nasıl da bizden farklı bir noktaya taşır…
            İyi planlanmış bu şehrin koca koca meydanlarının ve sayısız muhteşem heykeller ile donatıldığını hatırlayın. Halkın sanat zevkinin fazla çaba harcamadan, doğrudan ne seviyeye geleceği aşikârdır. Yukarda söz ettiğim gibi bunların üzerine konuşmaları ise en başta estetik ve sanat tarihi bilgileri konusunda zevkle yapılmış bir bilgi alışverişi getirecektir. Oysa biz bu sanat konuşmalarını henüz okullarımızda bile başarı ile gerçekleştiremiyoruz.
Bize dönelim. Genel olarak sanatı, bazı dallardan bir araya getirilmiş bir harç gibi düşünürsek, Cumhuriyetten beri, sanat harcının içinde 1 malzeme eksiktir. Bu, dünya genelinde kullanılan sanat harcının sağlamlığı ile kıyaslanırsa dramatik bir fark sayılabilir. Sanat strüktürümüz pek de sağlam sayılmayacak bir harç ile mi desteklendi o zaman? Buna doğrudan cevap vermeyeceğim.
Doğrudan yanıtlamayı tercih etmediğim cevaptan daha önemlisi harçtaki eksik olan malzeme. Bu, Antik Mısırdan bu yana gelişerek yükselen heykel sanatıdır. Plastik sanatlardaki temel taşlardan biri sayılabilecek heykel, son 70-80 yıldır etkili sayılabilecek şekilde hayatımızda. Oysa sanat konusunda yolunu almış ülkelerde binlerce yıldır bunun üzerine geniş şekilde çalışmış. Bu çalışma anatomi bilgisinden, denge anlayışına oradan da estetik kuramlarına kadar plastik sanatların geneline yön vererek mimarinin ve şehir planlamasının önemli bir parçası haline gelmiştir. Sadece son cümle bile kültür sanat tarihinde ne kadar büyük bir gelişme ve mikro-sosyal hayat mercek altına tutulduğunda büyük önem taşır. Ne var ki bu bizi farklı bir limana götürür, bu yüzden, şimdilik heykel konusunu daha fazla genişletmek istemiyorum.
Ümitsizliğe mi kapılmalı emin değilim. Bir şey daha eklemek istiyorum. Sanatın beslendiği en önemli nokta; başöğretmeninin doğa olduğunu savunan çok sanatçı vardır. Peki, sanat yapmaya çalışan çağdaşlarımız doğayı ne kadar deneyimleyebiliyor? Lübnan sedirlerinden daha uzun, zevksizlik abidemizin baş tacı olan betonarme binaların varlığında gökyüzünü bile görmek zorken demin kabul gördüğünü söylediğim öğretmenin bu şehirde pek yaşayacak yeri yok, ne yeşil ne de mavi; genellikle çarpık gri rengin hâkimiyetinde başöğretmen. Daha da kötüsü sanatın beslendiği can damarlarından bir diğeri de sanat. Yani, “sanat sanattan beslenir” durumu. Bu şartlar altında ne kadar sanat eseri çıkartabiliyoruz ki gelecek nesil sanatçılar için ümitli bir duruşumuz olsun? Plastik sanatların diğer dallarında olduğu gibi Batı sempatisi altında 50-60 sene geriden takibe devam etmek üzücü şekilde plastik sanatların müstakbel mevcudiyetinin en garanti ve sevilecek yolu. Belki de geçmişte Ar dergisinin ecnebi sanatçılara karşı olan coşkulu inkârı ile hayalperest bir ümit beslemeli…
            Şu ana kadar halkı en basit yoldan en sık ve en başarılı şekilde etkileyebilecek sanat dalı olan mimarlığın etkisinden söz etmeye çalıştım. Bunun düzgün çalıştığı yer olarak da kısaca Roma’yı örnek olarak göstermeyi denedim. Halkın görsel zevki güçlü hale gelmiş ve sanattan anlar insanlardan oluşması ne işimize yarar peki?
            Şöyle düşünüyorum, birçok güzel şarkı dinlemiş insan grubu düşünelim. Kendi aralarındaki sohbetlerde dinlemiş oldukları müzisyenler hakkında yaptıkları tartışmalarda ya da bilgi paylaşımlarında, kendilerini daha iyi ifade edebilmek, zevklerini daha çevreli tanıtabilmek için mukayese yapmayı öğreneceklerdir. Mukayese ise sorgulamayı getirecek otomatik olarak. Bir beste neden diğerine göre daha kuvvetli ya da hangi açıdan daha vurucu. Aklımıza birçok mukayese sorusu getirebiliriz bu konuda.
            Bunu daha iyi ifade edebilmek için çok sevdiğimiz, militanı haline geldiğimiz futbola bakmak belki daha yararlı olur. İyi bir maç yorumcusu olmak için çok maç seyredip bu işin tarihini ve güncelini iyi kötü bilmek zorunda oluruz. Bilmek… Tarihini sanat ile kıyaslanınca pek geriye gitmeyen futbolu bile araştırmak durumunda kalıyorken sanat araştırması bize, bilim, felsefe, sosyoloji, dinler tarihi ve birçok sosyal ve sayısal konunun kapılarını aralayacak otomatik olarak. Hem de bunları en az futboldan aldığımız haz kadar; zamanla, ihtiyaç duyulacak, olmazsa olmaz bir haz alma kaynağı vasfıyla yapacak. Bu araştırmalar ise yanında bilgiyi ve diyalektiği getirecektir; bu gün az bulunan şeylerden olan.
            Yazıya başlarken “Nedir eksiğimiz?” diye sormuştum. Sadece 1 eksikten söz etmeye çalıştım. Bunun yanına plastik ve sahne sanatlarının diğerlerini ekleyecek olursak ortaya vahim bir tablo çıkacaktır. Bu tabloyu yakın bir zamanda anlatarak çizme niyetindeyim.
            Evden işe gitmenin bile ömür törpüsü olduğu “güzel” İstanbul’umuzda, zevkle galeri ve müze gezmek, hafta içleri işten sonra sinemaya ya da tiyatroya gitmek… Bunlar otuz sene öncesinin İstanbulluları için biraz daha muhtemel, fakat şimdinin İstanbulluları için sadece küçük ve kemikleşmiş bir zümreye ait zevkler… Yokluğunda ziyan olunmuş kültür sanat etkinliklerinin halk üzerindeki müspet etkisi ve yokluğunun nedeni ise geleceğin sosyolog ve antropologları için bir çeşit kültürel kıyamet olarak adlandırılabilir.

25.03.14

13 Mayıs 2014 Salı

Sanatçının Mutat Davranışı Üzerine

Sanatçının (!) Mutat Davranışı  Üzerine


           
99 yaşından 364 gün almış bir sanatçının ağzından konuşuyor olmak…
Uzun yıllar yaşamış olduğum bu dünyada çok şey gördüm, ve onun üzerinde eskiden yaşamış olanlar hakkında çok şey okudum. Hayatın tüm curcunası arasında en kayda değer deliliğe, parıltıya ve Rotterdamlı olan Erasmus’un övgüsüne laik olanlar çağdaş sanatçılardır diyebilirim. Şimdi başımızı bu konuya çevirebiliriz.
Şunu ilk cümlede belirtmekte fayda var, benim takdire şayan gördüğüm sanatçılar, aslında yenidünya düzeninde sanatçı damgasını yemiş olan kesimdir. Bunları, eski tabir ile dışkısına cila sürmek konusunda en kabiliyetli olanlardan sayabilirsiniz. Geri kalanlar ise Eskidünya düzeninde sanatçı denilenlerdi. Onlar, dedelerimin ve atalarımın sanatçı dedikleridir. Kendilerini tüm süslü söylemimin dışında tutuyorum. Zira kendileri de bunu tercih ederlerdi.
Gözlerime kötü gelirken oturarak dinlenme olanağı sağlayan televizyonumu izlerken, bu yenidünya düzeni modeli sanatçıları daha yakından görme fırsatı bulabildiğim için televizyonun sağladığı mutluluğa benzer bir mutluluk yaşıyorum. Bir yandan rahatsız oluyor, diğer yandan da gülümseyerek eleştiriyorum.
Eminim sizde şu anlatacaklarıma aşinasınızdır. TV’de ustaca sergiledikleri ciddiyetleri, izleyenleri, onların farklı bir yücelik düzeyinde yaşam formları olduğuna inandıracak biçimde içi boş ve tiyatraldır. Ne var ki, altından kalkamadıkları sorulara verdikleri, edebiyatın “Beat” akımına benzetilmeye çalışılan; sanatçıya özgü olduğuna inandırıldığımız, sarhoşça, anlaşılmaz cevaplarıdır. Bunların yanı sıra her an her şeye ağlayabilme potansiyelleri de mevcuttur (sanatçılar aşırı duygusal olurmuş çünkü). En önemlisi, zaman zaman karşısındakilere dışkıymışçasına bakışları onları anlaşılmazlığın yücelttiği ulaşılmazlığa taşır. Günümüzde birçok tezadı bir bünyede barındırabilme hakkına en çok sahip olan yaşam formu bu tip sanatçılardır gibi gözüküyor. Bu süslü anlaşılmazlık aslında yaptıkları sanat eserlerinin tabanında da mevcut değil mi?
Cesaretli gençlerin, bu sanatçıların sergilerinde dolaşırken, “sanat bunun neresinde?” sorusu karşısında, “sanattan anlamıyorsun” yaftası yedirilerek ezilmeleri hali, çok sık duyduğum ve okuduğum bir durum. İşin enteresanı, cesaretli genç gibi karşı karşıya kaldığı işten hiçbir şey anlamayanların gence bu yaftayı yapıştırmaları. Kıssadan hisse her zaman sevilmiş bir gurur kaynağı tipi olmuştur.
 Sanatçıların en vurucu yanları olan görünümleri için harcadıkları maddi ve manevi mesainin meyvesi de bir o kadar gariptir. Moda’nın kirli sokaklarından fırlayıp üstün anlayışlı bu insanların üzerlerine yapışarak onları yücelten giyim tarzları ve cool olduğu kadar da ciddi ve itici duruşları… Eskiden, benim zamanımda bunu soru sorulmasından çekinen kişiler bir çeşit “geri dur” önlemi olarak kullanırlardı. Çünkü cevabı verilemeyecek her soru öğrenmeye çalıştıkları sanat piyasasında onları zor ve küçültücü bir duruma düşürürdü. Bu günlerde ise bu “geri dur” uyarısı, sınıf ayrımının en ezici “geri çekil, haddini bil!” uyarısı olmuş. Çağdaş sanatçılar, kültür adamları, sizler ve bizler. Ne kadar garip ayrıştırılmış bir kalabalık.
Peki, bu kendinden emin ciddiyeti kişinin kendi üzerinde hak görmesini sağlayan nedir? Bu büyük sanatçılar ne yapıyorlar da bizleri kendilerinden çok farklı bir yerde tutmayı kendilerine hak görüyor, ve her fırsatta bunu dile getiriyorlar ya da farklı şekilde ortaya çıkartmaktan büyük haz duyuyorlar?
Aramızdaki en büyük fark sanatçı olmak ya da halk olmak farkı öyle değil mi? Benim ve atalarımın zamanında sanatçı değil, zanaatçı eser üreten kişiydi. Eseri yani geleneksel eseri şöyle tanımlarsak hata yapmış olmayız sanırım: “Biçimsel uyum, zanaat ve teknikte ustalık, düzen ile karmaşa arasındaki dengeli ilişki ve bunların bir kompozisyon içine entegre edilmesi.” Sanatçı ise bundan bir adım ilerde, daha önce eşine rastlanmamıştık duygusu uyandıran, yeni üslupta, yeni teknikte ya da yukarıdaki tanımı katletmeden yeni bir şey içeren herhangi bir eser ortaya çıkartandır. Yani babacan sanatçılarımız ile aramızdaki en temel fark ikinci sırada gelen yenilikçi olan satırlar.
Mevcut anlayışta, ülkemizdeki yaşayan sanatçı sayısını hesaplayacak olursak sanat tarihine girmiş tüm sanatçıların sayısının kaç kere solda bırakır bilmiyorum. Ne var ki bu kadar çok yenilik, bu kadar çok güçlü iş ne zaman çıkartıldı, maalesef bunu da bilmiyorum… Bu durumda yukarıda sanatçı ve zanaatçi arasındaki farkın anlatıldığı satırlara Ortaçağ savaşçılarının sahip olabileceği bir cesaret ile saldıracak çok kişi çıkacaktır eminim.
 Rahmetli arkadaşım Schönberg’in sözünü hatırlatmak istiyorum, “Yeni sanattan söz etmek gerekmez, sözü edilen sanat ise zaten yenidir” Toprağı bol olsun, ona sonuna kadar katılıyorum. Eğer yaptığınız iş ile sanatçı olarak anılacaksanız bunu göz ardı etmeniz, bu gün sizin gibi canlı olmayan, ne var ki ismi her zaman anılacak olanlarca da kabul edilmeyecektir. Her neyse, yaptığınız iş tanıma uymuyorsa, zanaatçısınız ve ayıbı yok. Eğer bu yaşlı adamı dikkate alıyorsanız en az sanatçılar kadar saygı duyarım zanaatçılara.
Yaratım süreci arkadaşlarım… Yeni bir şey yaratım süreci. 100. Yaşıma girmeme bir gün kala şunu düşünüyorum. Bizler, ne yaratırsak yaratalım, zaten Tanrı’nın binlerce (bazıları milyar diyor, hadi neyse onlara karışmıyorum, kıyam günü şüphesiz görüşürüz.) yıl önce yaratıp bitirdiği işleri taklit etmekten başka ne yapıyoruz? Var olanı dönemine göre en gerçekçi şekilde (Akademizm), bir dönem sonra da göze en hoş görülür şekilde (özellikle Modern Sanat akımları ve eğilimleri) taklit edebiliyor olmanın neyi ile gurur duyar aklıselim bir insan? Evet, konumuz deliliğe övgü…
Bir ressam olarak hayatım boyunca ürettiğim eserler doğadan, insandan ve çevremizin dışında neydi? Soyut resimler, dışavurumun türlü halleri, Kübizm, Orfizm ya da ne isterseniz, bunları temel şemalara böldüğünüzde, aynadaki suyun yansımadan, kelebeğin kanadındaki motiften, ya da mikroskop altındaki maddenin sınırsızlaşmaya başlayan görüntüsünden ne kadar uzağa düşürebilirim? Hiç uzağa değil… Yineliyorum, Yapılan hiçbir resim, hepimizin Yaratıcısı olanın yarattıklarını tertipleyip bir düzen içinde dizdiğimiz (dizayn diyebilirsiniz) işlerden başka bir şey değil. Taklit edebildiği için delice bir kibre kapılan yüce sanatçılar, sizin için son günlerde revaçta olan sanat terapisi tedavisi eminim iş yapmayacaktır, ama yine de yaşlı bir adamdan küçük bir çağrışım paketi olsun.
Yenilikler dedim, iyi hatırlayın, Massacio’nun perspektifi, Da Vinci’nin Sfumatosu, Rahmetli arkadaşım Signac’ın, kimyacı arkadaşlarından öğrendikleri ile Divizyonist fırça vuruşlarına kadar hepsi yenilikti ve zaten doğada mevcuttu. Siz ve biz onlara sanatçı dedik. (biraz da ben ayrımcılık yapayım, ana akımın büyük kısmını oluşturan sapkın kısmı dışında, çünkü saydığım bu isimler onları pek ilgilendirmiyor, onları fosil olarak görüyorlar. Ama yaptıkları işler genellikle 3. Sınıf kopyalarından da ileri gidemiyor).
Ressam olduğum için resimden örnek verdim, bu örneğimi her sanat dalı üzerine bir çamur gibi atabilirsiniz… Ya da su gibi, öyle ki makyajı aksın ve altındaki gerçek ortaya çıksın.
Amerikan edebiyatının en önemli isimlerinden William Saroyan, ölümünden sonra yazım tekniği dünya edebiyat tarihine Saroyanesque olarak kazınan arkadaşım, “benim konum insandır” derdi. Yani edebiyatçı da diğerleri, diğerleri de edebiyatçı gibi konusunu yaratılanlardan alıyor.
Ben sizin için yaşlı ve uzun konuşan, belki sıkıcı biriyim, tahmin edebiliyorum, ama lütfen biraz daha sabredin de size sanatçının geçmişten geldiğini düşündüğüm travmasını kısaca hatırlatayım. Bunu yine günümüz yüce sanatçılarına bağlayacağım.
Antik Mısır sanatını icra edenlerin köleden farksız çalışma tempolarından, Antik Yunan’da korunma altına alınmasına gerek görülecek durumda olan zanaatçı ve sanatçılar… En travmatik olanlarından bir diğeri de Roma dönemindeki sanatçı ve zanaatçıların alt zümreden Roma vatandaşı sayılması. Rönesans’ta ise tüm dehalarına rağmen parası çok olan, sizin bu gün “kıro” diye tabir ettiğiniz ruhaniyette olduğunu düşündüğüm zengin adamların ve despot din adamların emrindeki kişiler olduğunu hatırlayın.
İşte o günlerde maruz kaldıkları tavır, belki onları “zor insanlar” haline getirmiş olabilir, böylece etraf taraf ile olan diyaloglarını istedikleri seviyede tutabilmek için gösterdikleri bir etkinin meyvesini yemiş oluyorlardı. Bu onlar için önemli bir kontrol aracı. Onlara hak verebilirim hiç şüphesiz. Ama o günlerden bu günlere benim yaşımın kaç misli vakit geçti ve dünya değişti. Sanatçı artık saygı görüyor. Buna rağmen garip bir sarhoşluk halinde.
Günümüzde gerçek sanatçılar, sanatçı olmayıp, vasat bir zanaatçı bile olmayı başaramayacak adamların suni parıltısının gölgesin çekilmiş, zürriyet sayılacak çıraklara feyz olamayacak şekilde ziyan oluyor. Bunları bir kenara bırakıyorum. Parıl parıl parlayan günümüz sanatçılarını TV’de her gördüğümde, tutundukları tavrın özüne, gerçek sanatçının ziyan olduğu karanlıktan daha da vahim durumdaki psikolojilerine dönüyorum.
Özünde, kendilerine güvensizliğin ördüğü, medya ile delinmez hale getirilen hastalıklı zırhın varlığı yok mu… Herakles’i öldüren gömlek geliyor aklıma. Bir gün o gömleği mutlaka bu sanatçılarımıza da birisi, birisi değilse bile zaman giyindirecektir.  (Ne var ki Schönberg ve diğerleri asla ölmezler)
Eğer katılıyorsanız, sanatçının aslında etkili ve daha önce herhangi bir insan tarafından denenmemiş ne var ki evrende mevcut var oluş hallerini işleri ile ortaya çıkartabilen kopyacılar olduğunu anlattım. Aklıselim sanatçı arkadaşlarım Yüce Yaradan’ın işlerinden feyz aldıkça Onu yücelttiler.
Çağdaş ve sapkın kesime ait olan parlak sanatçılar ise, benim arkadaşım olan sanatçıları kopyaladıkça kendinden geçip kendilerini ilah sanmaya başladılar. Durumun vahameti dehşetengiz.
Bu insanlar, gözlerimi yoran TV’de oldukça, sanatçılık, Batılı ülkelerdeki toplumların ulaştıkları saygınlığa erişemeyecek. Gençlerin sanata teşvik edilmesi bu yolda olduğu sürece de yeni sanatçılar kuvvetle muhtemel onların gölgelerinde ya onlar gibi parlak sanatçılar olacaklar ya da o gölgenin varlığında ziyan olan gerçek potansiyel sahipleri olacaklar. Ziyan olan kesimin yaptıkları işler, yenidünya sanatçılarının yıllardır şekillendirdiği gözler(halk) tarafından seçilemeyecek, ana akım cilacı sanatçıların eseri ile şekillenip gidecek…
Bir de tüm bu durumdan büyük paralar kazanan ve cilacı sanatçıları daha yükseklere taşıyan bir kesim var. Çağdaş sanat tacirleri… Özellikle de sonradan parayı tecrübe eden dişi tacirlerin, en ufak şeylere ters oranda, rahatsızlık verici kahkahalar ile karşılık vermeleri, zengin erkekler için tablolardan daha önemli cilveli ruhaniyet… Sanki bu sanatı ölümsüz kılmak için çalışan misyonerler...

Her neyse, bu yazıyı daha karanlık bir tablo haline getirmeden, Dante’nin şu sözleri ile noktalıyorum:
“ Ey akıl gözleri kapanmış, gerisin geri giden, kendini beğenmiş, bahtsız Hristiyanlar,
 Hiçbir şeye bürünmeden adalete kanat çırpan melek kelebeğini oluşturmak için kozadan çıkan tırtıllar olduğumuzu görmüyor musunuz?
Niye yükseklerde uçuyor ruhunuz? Gelişmesi bitmemiş tırtıllar gibi kusurlu böcekler olduğunuzu bilmiyor musunuz?”

05.02.2014 
Baykar Demir


24 Nisan 2014 Perşembe

Sanat ve Zanaat



Günümüzde, oyuncuların operada müzik icra edenlerin ve çeşitli yetenekleri normal insanlara göre hatırı sayılır ölçüde ileri olan insanların, medyada sanatçı olarak lanse edildikleri sıkça gördüğümüz; maalesef alıştığımız bir durum.
Yukarıda söz ettiğimiz oyuncu ve operacıyı mercek altına alıp onların yaptıkları işleri tanımlamaya çalıştığımızda ne görüyoruz? Oyuncu, bir oyun yazarı tarafından incelik ile yazılmış oyunu canlandıran, gerek ses tonu gerek mimik kullanma bilgisi ve diğer becerileri, özet ile yorumu ile iyi ya da kötü işler çıkartabilecek kişi oluyor. Operada müzik icra eden insanı aynı şekilde mercek altına aldığımızda, bir bestekârın yazmış olduğu eserin partisyonlarını, hakimi oldukları enstürmanda (buna vokal de dahil olmak üzere) icra eden kişi oluyor.
Oyunculukta ve müzisyenlikte, kişinin beceri yelpazesinde birçok teknik konu ve bu konularda başarı seviyesi mevcut. Bunla birlikte, bu başarı seviyeleri ve teknik konuların kendi içindeki uyumluluğu, icracının diğerlerine göre olan üstünlüğünü ortaya konulabiliyor ve icracılar arasında bir değerlendirme yapılabiliniyor.
Büyük bir kısmımızın medyadan alıştığı üzere sanatçı olmak bu ise peki bu sanatçıların canlandırdıkları eserleri yazanlar, besteci ve oyun yazarlarını nasıl sıfatlandırmalıyız? Onlar da icracılar gibi birer sanatçı mı? Yoksa fazladan yaptıkları bir şey var, ve bu fazladan yapılan iş için faklı bir sıfatı mı hak ediyorlar?
Öyle ise şöyle düşünmeyi deneyelim. Birinin yokluğunda bir diğeri var olamıyorsa,  zanaat ve sanatı ayırmak faydalı olabilir. Öyle ki, eğer besteci olmasaydı, farz-ı misal operadaki koca bir topluluk 9. Senfoniyi çalamayacaktı. İcracı topluluğun yaptığı işi üzerine bina ettiği temel, yazılmış eserdir, ve bu durumda 9. Senfonidir. Operadaki topluluk önüne koyulan her nota kitabı ile bunu yapabilir, ama ya nota kitabı olmazsa? Ortada hiç bir şey yokken icracı topluluk arasındaki müzisyenlerden kaçı bir bestenin tüm partisyonlarını yazabilir? Notaları bir araya getirip, hayal gücü, geniş bilgisi ve insanın estetik duygusuna hitap edebilecek işler çıkartabilecek ruh hali ile 9. Senfoni gibi bir kompozisyonu ortaya çıkartabilir? Gördüğüm kadarı ile bu nota okuyup yorumlamaktan tamamen farklı bir iş, yaratıcılık ve farklı yetenekler gerektiriyor.
Benzer şekilde, yazılmış bir oyun yoksa, oyuncunun hâkim olduğu mimikler, fonetik bilgisi ya da jestleri ne işe yarar? Sistematik şekilde yazılmış, bir olay örgüsü olan güçlü bir kompozisyon ile birçok mesaj veren, insanlara estetiğin zevkini verebilip aynı anda bir mesaj ileterek bazı şeyler öğretebilir mi? Tüm bunlar, oyuncunun ya da özgün bir işi yorumlayan ya da benzerini yapan herhangi bir sanat dalının icracısı ile doğrudan ilgili değil...
Eser yazarları, yazdıkları eserin her detayını dehası ile ince eleyip sık dokurken, yazdığı tarihte ve gelecekte o eseri icra edecek birçok icracını çalışacağı metni, icra ederken gireceği fiziksel ve ruhsal hali şekillendirmiş olur. Tüm bunu boş bir kâğıdın üzerine yazdıkları ile yapmaya muktedir olan kişiyi sanatçı olarak tanımlamak, kâğıdın üzerindekileri en iyi şekilde icra edenleri de zanaatçı olarak tanımlayarak ayırmakta bir problem olduğunu sanmıyorum. Hatta Sezar’ın hakkını Sezar’a vermiş olacağımızı sanıyorum.
Ne var ki kâğıt üzerindeki eseri icra eden herkesi zanaatçı olarak adlandırmak komik olurdu. Zanaatçının hâkim olduğu konudaki becerisi ile izleyiciyi etkilemesini beklemek yerinde olur. Ustalık, defalarca farklı insanlar tarafından aynısı yapılmış bir eserdeki özel parıltı ile ortaya çıkabilir.
Benzer şekilde daha önce eşine rastlanmamış gibi gözüken her eseri ortaya çıkartan kişiyi sanatçı olarak adlandırmak da komik olurdu. Sanatın, onu izleyen kişi üzerinde en azından yaratıcısının ön gördüğü etkiyi yaratabilmesi gerekir. Bunun yanı sıra özgünlüğünün sağlam temeller üzerine oturtulabilmesi, yapılan işin sanat tarihi üzerine entegre edilebilecek niteliklere sahip olmasını beklemek yerinde olur. Aksi takdirde her doğaçlama sanat kabul edilebilirdi.
Plastik sanatlarda Modernizm ile, özellikle Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa’daki birçok sanatçı tarafından büyük coşku ile üretilmiş sanat eserlerini, bu gün hala ısrar ile benzerini üretip sergilere hatta Bienallere sokabilen “sanatçıların”, ne kadar sanatçı olduğu konusunda düşünmekte fayda var. Özgün olmaktan uzak olduğu gibi sanata yenilik getirmedikleri için yukarıda söz ettiğimiz zanaatkârlardan çok da bir farkları olmadığını düşünebiliriz.
Zanaatçıların değil, gerçekten bir şey üretmeye çalışan sanatçıların adaptasyondan sadece çok az uzak, fakat sanatlı kabul edilen işleri ile süper sanatçılar ürettiğimiz ve sattığımız sürece, “sanatçının”  “sanatını” her açıdan beslemiş olup bu kurak devamlılığı desteklemiş oluyoruz. Peki, bu kurak devamlılık devam ettiği sürece halkın gözündeki sanatçı imgesinin saygınlığı nereye doğru gidecek? Düşünülmesi gerek birçok boyuttan bir diğeri de bu olsa gerek.
Adaptasyondan daha da vahim bir durum, uzun zamandan beri televizyonda gözüken, özellikle de popüler kültür haline getirilmeye çalışılan birçok eğlence, hatta otellerdeki animasyonlar ile yan yana getirilmesinde işin sanatlılığı konusunda problem yaratmayacak icralara “Sanat-Sanatçı” denilmesi, televizyon ile büyüyen nesilin gözündeki sanatçı imgesinin saygınlığını olması gerekten çok farklı bir yere taşımış ol(du)abilir.
Bu bağlamda yıllarca sanatçı olarak lanse edilen birçok insanın ancak basit, hatta çırak seviyesinde zanaatçılar olduğunu hazmetmek ne kadar kolay olur bilmiyorum. Ama bildiğim şey şu ki, sanatçıya(Sezar’a) verilmesi gereken değerin ülkemizde yeniden hatırlanıp gerçek sanatçıların tespit edilmesi konusundaki tembellik baki kaldıkça, kültür ve sanatın uluslar üzerindeki müspet etkisinden yüz yıllardır tam anlamıyla istifade edemediğimiz gibi, sanat ile ilgilenenleri garip olduğu kadar boş işler ile iştirak eden adamlar olarak görmeye devam edeceğimiz kuvvet ile muhtemeldir. Bu ise sanata teşfik ağacına bir atılmış okkalı bir taş olarak sanatçı çıkarma oranımızı doğrudan etkileyecek. (07.11.2013)

Baykar Demir